Toplumun genelinde bir huzursuzluk hissi dolaşıyor. Bu huzursuzluk sadece ekonomik krizden ya da siyasal belirsizliklerden ibaret değil; insan ilişkilerinin temelindeki bozulmadan kaynaklanıyor. Kadın ve erkek arasındaki ilişki, belki de insanlık tarihinin en eski ve en kurucu bağıyken, bugün tam anlamıyla bir çözülme sürecine girmiş durumda. Cinsiyet kutuplaşması artık sadece bir sosyoloji terimi değil; gündelik hayatın, sosyal medyanın, hatta romantik ilişkilerin belirleyici zeminine dönüşmüş durumda.
Bu yazı bir çözüm manifestosu değil. Kadın ve erkek arasındaki derin güvensizliği, empati eksikliğini ve karşılıklı anlam kaybını ele alarak bu yeni toplumsal fay hattını anlamaya çalışacak. Herkesin kendini mağdur ilan ettiği, ama kimsenin karşı tarafı anlamaya çalışmadığı bir çağdayız.
Yalnızca sosyal medya tartışmalarında değil; akademide, gündelik diyaloglarda, hatta bireylerin iç dünyalarında bile bu kutuplaşmanın izleri sürülebiliyor. Bu yazı, hem bu bozulmanın nedenlerini irdelemeyi hem de içinde yaşadığımız çağın ruhunu teşhis etmeyi hedefliyor. Çünkü bazen, neyin neden bozulduğunu doğru anlamak, değişim için atılacak en gerçekçi ilk adımdır.
Cinsel Devrim ve Çözülen İlişkiler
Cinsel devrim, insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Kadınların doğum kontrol hakkı kazanması, cinselliğin tabu olmaktan çıkıp bireysel bir tercihe dönüşmesi, özgürleşme açısından büyük bir adımdı. Kadınlar, hem kendi bedenleri hem de hayatları üzerinde daha fazla söz sahibi olmaya başladılar. Bu değişim, geleneksel ilişki kalıplarını sorgulayan, bireye sorumluluk ve karar hakkı tanıyan ilerici bir hareketti.
Ancak bu devrim, zamanla bazı beklenmedik sonuçlara yol açtı. Eskiden eşleşmeler, çoğunlukla ailelerin, çevrenin ya da kültürel yapıların yönlendirmesiyle olurdu. Hemen herkesin bir eş bulabildiği bu sistem, kadın ve erkek arasındaki cinsel erişimi görece dengeli bir hale getiriyordu. Bugün ise bu süreç tamamen bireyin kendisine bırakılmış durumda. Kimse kimseye eş bulmuyor; herkes kendi “piyasasında” rekabet ediyor.
Bu yeni sistem, bir özgürlük alanı yarattığı kadar, aynı zamanda derin bir eşitsizlik de üretti. Bazı insanlar, görünüşleri, statüleri ya da sosyal becerileri sayesinde çok sayıda ilişkiye erişebiliyor. Diğerleri ise tamamen sistemin dışında kalabiliyor. Özellikle erkekler, bu yeni dünyada daha büyük bir seçilme baskısıyla karşı karşıya. Ancak kadınlar da kendi içlerinde başka bir baskı yaşıyor: daha güzel, daha dikkat çekici, daha “arzu edilir” olma yarışı. Yani aslında iki taraf da kazanmış değil.
Bu meseleyi daha önce kaleme aldığım “Özgürlükten Metalaşmaya” başlıklı yazımda detaylı olarak tartışmıştım. Orada, modern özgürlük anlayışının nasıl tüketime entegre edildiğini, kadın kimliğinin nasıl bir "pazarlanabilir imaj"a dönüştüğünü açıklamaya çalıştım. Bu yazıda o analizleri tekrarlamadan sadece şunu vurgulamak istiyorum: Bugün kadınlar kamusal alanda özgürleşmiş görünse de, özel hayatta hâlâ geleneksel ilgiyi ve güveni bekliyor. Erkekler ise bu değişime ne psikolojik ne de toplumsal olarak kolayca uyum sağlayabiliyor.
Kadınların ilişkilerde yaşadığı hayal kırıklığının kaynağı çoğu zaman toplumsal olarak kendilerine yüklenen çelişkili kimlik beklentileridir. Modern kültür kadına bir yandan özgür, bağımsız, kendi kararlarını alan birey olmasını öğütlüyor; diğer yandan ilişkilerde hâlâ korunan, ilgilenen, yön gösteren bir erkek rolü beklentisini sürdürüyor. Bu iki rol beklentisi birbiriyle çelişiyor ama aynı anda var olmaya devam ediyor.
Erkekler de bu çelişkinin karşısında konumlanıyor. Ne tam anlamıyla geleneksel erkek olunabiliyor, ne de yeni rolün sınırları net. Hem eşit, anlayışlı ve duygusal bir partner; hem de güçlü, kararlı, yol gösterici biri olunması bekleniyor. Bu durum yalnızca kadınların değil, erkeklerin de ilişkilerde rollerini şaşırmasına ve karşılıklı tatminsizliğe yol açıyor.
Buradaki mesele bireysel tercihler ya da karakter farklılıkları değil; çağın hem kadınlara hem erkeklere aynı anda çelişkili roller dayatması. İki taraf da bu yeni düzene tam olarak uyum sağlayamıyor ve ilişkiler çoğu zaman bu nedenle sağlıksız bir zeminde başlıyor ya da kısa sürede kırılganlaşıyor.
Ayrıca evrimsel biyolojide Bateman ilkeleri olarak bilinen bir yaklaşıma göre, kadın ve erkek farklı cinsel stratejilerle evrilmiştir. Kadın, az ama değerli eşler seçme eğilimindeyken; erkek daha fazla eşe ulaşma eğilimindedir. Bu fark, geçmişte kültürel normlarla dengeleniyordu. Bugün bu denge kalmadığı için bu fark daha belirgin hale gelmiş. Ve bu, hem kadınlar hem de erkekler için hayal kırıklıklarını artıran başka bir unsuru oluşturuyor.
Modern ilişkilerde bireysel özgürlükler geçmişe göre çok daha fazla. İnsanlar artık kimseye hesap vermeden kendi hayatlarını planlayabiliyor, kariyerlerinden arkadaş çevrelerine kadar her konuda daha bağımsız kararlar alabiliyorlar. Ancak bu özgürlük, ilişkilerdeki beklentileri ortadan kaldırmadı; aksine, daha karmaşık ve çoğu zaman daha belirsiz hale getirdi. Çünkü özgür olmak isteyen bireyler aynı zamanda derin bir bağ kurmak, sevilmek, ilgi görmek ve özel hissetmek de istiyor. Bu iki talep, bireysel bağımsızlık ve duygusal yakınlık teoride bir arada mümkün görünse de, pratikte sık sık çatışıyor.
Kimse sınırlandırılmak istemiyor ama herkes anlamlı bir ilişki içinde olmayı arzuluyor. Kimse sorumluluk almak istemiyor ama herkes anlaşılmak, tamamlanmak istiyor. Sonuçta ilişki kurma süreci, duygusal bir bağdan çok bir pazarlık alanına dönüşüyor: “Ben kimliğimden, alanımdan ödün vermeyeyim ama karşı taraf da beni sürekli önemseyip özel hissettirsin.” Bu denklem çoğu zaman işlemiyor.
İlişkilerdeki bu kırılganlık, sadece bireyleri değil, toplumun genel psikolojisini de etkiliyor. İnsanlar birbirine güvenmekte zorlanıyor, bağ kurmaktan kaçınıyor, samimiyetin yerini strateji alıyor. Böyle bir ortamda, duygusal yakınlık gerçek bir bağ olmaktan çıkıp geçici bir tatmine dönüşüyor. Herkes birini arıyor ama kimse gerçekten bağlanmaya cesaret edemiyor. Bu da toplumun temelinde yavaş yavaş bir güvensizlik duygusu biriktiriyor; hem diğer insanlara, hem de ilişkilerin kendisine karşı bir inanç kaybı yaşanıyor.
Bu kırılganlık hali, yüzeyde bir özgürlük gibi görünse de, altında ciddi bir narsistik hassasiyet taşıyor. Kişisel sınırlar, karşılıklılığı değil, savunmayı önceliyor. Anlayış yerine onay; empati yerine alkış aranıyor. Böyle bir ortamda herkes kendini merkezde hissediyor ama kimse gerçekten görülmüyor.
İşte bu yüzden, bir sonraki bölümde içinde yaşadığımız bu kültürel dönüşümü daha derinlemesine ele alacağız: "Narsisizm çağı". Orada, bireylerin neden bu kadar kırılgan, neden bu kadar “özel”, neden bu kadar yalnız olduklarını; ve neden herkesin bir yandan mağdur, bir yandan haklı hissettiğini birlikte sorgulayacağız.
Narsisizm ve Mağduriyet
Narsisizm, yalnızca kişilik bozukluğu olan bireylerin sorunu değil; içinde yaşadığımız kültürel atmosferin ruhsal formu hâline geldi. Bu çağda herkes biricik, herkes önemli, herkes özel. Ama bu “özel” olma arzusu, başkalarına alan açma kapasitesini törpülüyor. Herkes sahnede olmak isterken, seyirci kalmaya tahammül edemiyor. Oysa gerçek ilişkiler, zaman zaman sahneden inebilmeyi, karşındakini de merkeze alabilmeyi gerektirir. Bu yeti gün geçtikçe zayıflıyor.
Kapitalist sistemin bu yapıyı nasıl beslediğini, “Narsisizm Çağı” yazımda ayrıntılı olarak ele almıştım. Tüketim kültürü kişiye sürekli “özelsin”, “her şeyi hak ediyorsun” mesajı veriyor. Bu söylem, bireyi sürekli dış onaya bağımlı hale getiriyor. Narsistik ikmal dediğimiz bu durum, kişinin kendini değerli hissedebilmesi için sürekli dikkat, beğeni ve takdir alması gerektiği bir ruh hâli yaratıyor. İlginin çekilmesi ise hızla değersizlik duygusuna yol açıyor. İlişkilerdeki tahammülsüzlük, bu duygusal dalgalanmanın bir sonucu.
Bu yüzden ilişkiler artık bir bağ kurma süreci değil, kısa süreli ikmal alanlarına dönüşüyor. Birine bağlanmak, sorumluluk almak, sabretmek yerine; kısa süreli tatmin arayışı öne çıkıyor. Bugün bir kişi biriyle ilişki kurarken bile çoğu zaman yalnızca kendi ihtiyaçları için bunu yapıyor. Karşılıklı bir bağ kurmaktan çok, kendisini değerli hissetmek, statü kazanmak veya yalnız olmadığını kanıtlamak için ilişki yaşıyor. Hatta bazı ilişkiler, gerçekten sevmekten çok “bir ilişkim var” diyebilmenin getirdiği sosyal onay için kuruluyor. Böylece ilişki bile artık bir gösteri nesnesine, bir kimlik dekoruna dönüşüyor.
İlişkinin kendisi bir bağ değil, bir “değer yatırımı” halini alıyor. Karşındaki insanı olduğu gibi kabul etmek değil; onun üzerinden kendi değerini artırmak, kendini daha "arzu edilir", daha "başarılı" ya da daha "tamamlanmış" göstermek amaçlanıyor. Bu yüzden bugün birçok ilişki aslında karşılıklı bir bağdan çok, karşılıklı bir değer kazanımı stratejisi olarak yaşanıyor. Ciddi ilişki isteyen birey "fazla duygusal", "ağır", "bağlayıcı" olarak etiketleniyor. Takılma kültürü norm haline gelirken, ilişkilerin ömrü haftalarla, hatta günlerle sınırlanıyor. Çünkü herkes kendini bir “lütuf” olarak görüyor. Bu durumda kimse fedakârlık yapmak, sabretmek, uyum sağlamak istemiyor. Kendi değerinden ödün vermek istemeyen birey, karşısındakini de bir insan olarak değil; bir statü, bir haz aracı, bir “değer” olarak konumlandırıyor.
Böyle bir zeminde, karşı cinsi eleştirmek çok kolaylaşıyor. Ancak çoğu zaman bu eleştiriler, kişinin kendi içindeki boşluklardan kaynaklanıyor. Karşı tarafı “kötü”, “yetersiz” ya da “yozlaşmış” olarak tanımlamak, aslında kişinin kendi acziyetini örtme çabası. Oysa kadın ve erkek birbiriyle etkileşim hâlindedir. Bir cinsin yozlaşması, diğer cinsin de yozlaşmasını kaçınılmaz kılar. Dolayısıyla karşı tarafı eleştirirken kişi aslında kendi içine bakmalıdır: “Bu zeminde ben kim oldum? Bu ortamı ben nasıl besledim?”
Bugünün kültüründe güçlü olmak, duygusal bir risk anlamına geliyor. Çünkü açık ve net olmak, bir şeyi gerçekten istemek, bir ilişkiye emek vermek; karşılıksız kalma, reddedilme ve “zayıf” görünme ihtimali taşır. Bu yüzden bireyler kendilerini duygusal olarak korumaya alıyor. Yakınlık yerine mesafe, açıklık yerine oyun, sevgi yerine strateji öne çıkıyor. Güç göstermek zorunda kalan birey, savunmasız olmayı hak kaybı gibi görmeye başlıyor. Ve böylece, sevgiye değil, avantaja dayalı ilişkiler çoğalıyor.
Bu bölümde anlattıklarımız sadece bireysel ruh halleri değil; aynı zamanda kadın-erkek kutuplaşmasının da görünmeyen ama belirleyici zeminlerinden biri. Herkesin kendini “lütuf” olarak gördüğü, kimsenin emek vermek istemediği bir çağda güven, sadakat ve bağlılık gibi değerlerin yaşaması çok zor. Ve bu duygusal kıtlık hali, yalnızca bireyleri değil, toplumun tamamını etkileyen bir kırılma yaratıyor.
Erkeklik Krizi ve Radikalleşme
Modern çağda kadın kimliği dönüşürken, erkek kimliği çözülmeye başladı. Geleneksel roller yıkıldı; ancak yerlerine neyin geçeceği konusunda toplumsal bir mutabakat oluşmadı. Erkekler ne geçmişteki otoriter figürler gibi yaşamak istiyor, ne de modern dünyanın tam olarak ne beklediğini biliyor. Sonuç: "Ben kimim?", "Toplumda yerim ne?", "Erkeklik ne demek?" gibi sorularla boğuşan, görünmeyen, tanımlanamayan ama hissedilen bir kimlik bunalımı.
Bu bunalım özellikle “kaybeden erkekler” grubunda derinleşiyor. Değişen ilişki dinamiklerini anlamakta zorlanan, kadınlarla sağlıklı ilişkiler kuramayan, cinsel erişimi düşük olan erkekler, yaşadıkları yalnızlığı çoğu zaman bireysel bir yetersizlik olarak değil, sistematik bir adaletsizlik olarak okuyor. Bu yorum tarzı, onları giderek daha net ve indirgemeci anlatılara yöneltiyor. Çünkü karmaşık dünyalarda en kolay sığınılacak yer: açıklayıcı ama basitleştirici ideolojilerdir.
Tam da bu noktada redpill, incel, MGTOW gibi kavramlar ortaya çıkıyor. Bu gruplar erkeklerin yaşadığı yalnızlık, dışlanma ve değersizlik hissine net açıklamalar getiriyor - ancak bu açıklamalar çoğu zaman gerçekliği anlamaya değil, onu yeniden kurmaya yönelik. Ve bu kurgu doğrudan kadınların doğasını hedef alıyor. Tek taraflı bir şekilde kadınları çıkarcı, statü odaklı, yüzeysel ve güvenilmez olarak tanımlar. Erkek kaybeden olabilir ama kadın da “aslında değersiz bir kazanan”dır. Bu bakış açısı, sevgi, bağlılık gibi kavramları alaya alır ve tüm ilişkileri bir çıkar oyununa indirger.
Bu düşünceler, yalnızca kadınlara değil, ilişki olasılığının kendisine olan inancı da zayıflatır. Ortaya öfkenin ötesinde bir şey çıkar: bağ kurmaya kapalı, inançsız, soğuk ve düşmanlaşmış bir zihin hâli. Ve bu ruh hâli, erkeklik krizini çözmek yerine daha da derinleştirir. Bu düşünce kalıpları birdenbire ortaya çıkmadı. Radikalliğin yükselişi bir boşlukla doğrudan ilişkilidir: entelektüel temsil eksikliği.
Erkeklerin yaşadığı sorunlar - yalnızlık, duygusal ihmal, ekonomik yetersizlik, değer görmeme - ne kamusal alanda ciddiyetle konuşuluyor ne de akademik alanda çalışılıyor. Medyada erkekler ya komik figürler olarak sunuluyor ya da toksik, saldırgan, tehdit edici karakterlere indirgeniyor. Günlük hayatta ise erkeklerin acısı çoğu zaman alay konusu ediliyor: "Ağlayan erkek mi olur?" ya da "Erkeksen yapacaksın!" gibi kalıplar hâlâ çok güçlü.
Daha da önemlisi: akademik araştırmaların finansal altyapısı da erkeklik meselesine alan bırakmıyor. Fonların büyük çoğunluğu kadın hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddet başlıklarına ayrılıyor - ki bu çalışmalar elbette kıymetlidir -. Ancak bu dengenin tek taraflı ilerlemesi, erkeklerin yaşadığı özgül sorunların yeterince çalışılmamasına neden oluyor. Böylece hem akademi hem medya hem de popüler kültür, erkekleri anlatmakta yetersiz kalıyor.
Bu temsil boşluğu, radikal ideolojiler için verimli bir zemin yaratıyor. Çünkü anlamak isteyenlere değil, öfkelenmek isteyenlere seslenen anlatılar daha kolay yayılıyor. Toplumsal sorunlar karmaşık, zahmetli ve katmanlıdır. Ancak radikal düşünceler basit ve doğrudan konuşur: “Kadınlar seni istemiyor çünkü senin değerini değil, statünü önemsiyorlar.” “Kadınlar eşitlik değil, ayrıcalık talep ediyorlar." Bu tür anlatılar, entelektüel yetersizlik içinde büyür.
2. dalga feminizm sürecinde yükselen bazı radikal ve kültürel feminist yaklaşımlar, erkekleri baskıcı ve toksik bir figüre indirgedi. Bu akımlar, yalnızca patriyarkayı değil, erkekliği de yapısal bir sorun olarak ele aldı. Erkeklerin kadın hareketleri içinde yer almasına karşı çıktılar; hatta erkeklerin yaşadığı sorunlar bile “ataerkil sistemin bir yan etkisi” olarak görülerek değersizleştirildi.
Özellikle bazı kültürel feministler, kadınları doğası gereği daha barışçıl ve ahlaken üstün görürken; erkekleri ise saldırgan, kontrolcü ve potansiyel tehdit olarak tanımladı. Bu yaklaşım, kadın hareketi içinde bile erkeklere karşı üstten bakan, dışlayıcı bir dilin oluşmasına neden oldu.
Radikal feminizmin bazı temsilcileri ise ataerkil sistemi doğrudan bilinçli bir erkek tahakkümü olarak yorumladı. Buna göre erkekler tarihsel olarak kadınlara karşı işledikleri “suçların” bedelini ödemeliydi. Bu bakış açısında erkeklerin bireysel hakları veya güncel mağduriyetleri, geçmişin diyetini ödeme sürecinin önemsiz bir parçası olarak değerlendirildi. Erkeklerin haklı çıkma ihtimali, bu anlatıda baştan geçersiz sayıldı.
Bu tür söylemler, erkeklik krizinin entelektüel olarak temsil edilemediği bir ortamda, bazı erkek gruplarının tepkisel radikalleşmesini hızlandırdı. Erkekleri yalnızca fail olarak gören bir anlatı, zamanla bazı erkekler tarafından "zaten dinlenmeyeceğiz, o halde biz de kendi anlatımızı kurarız" düşüncesine dönüştü. Ve bu anlatılar, çoğu zaman diyalog değil, kutuplaşma üretti.
Erkeklik krizi, sadece erkeklerin değil; kadınların, ailelerin ve toplumun krizidir. Çünkü çözülmüş bir kimlik, yalnızca kendiyle değil, herkesle çatışır. Ve bu çatışma, sosyal medyada başlayan ama toplumsal dokuyu parçalayan bir fay hattına dönüşür.
İktisadi Rekabet ve Gerilim
Kadınlar hâlâ erkeklerle aynı maaşı almadıklarını, karar alma mekanizmalarında yeterince temsil edilmediklerini söylüyorlar. Ki bu bir çok sektörde yapılan araştırmalarda desteklenen bir veridir. Öte yandan erkekler de kadınların kamusal hayatta ekonomik olarak güçlenmesine rağmen, özel hayattaki geleneksel ekonomik beklentilerin değişmediğinden yakınıyor. Düğün, ev, geçim gibi büyük harcamalar geleneksel olarak hâlâ erkeklerin omzunda. Bu çelişki, erkekler açısından hem maddi hem de sembolik bir yük halini alıyor.
Üstelik bu süreç, özellikle vasıfsız ya da düşük gelirli erkekleri daha da kırılganlaştırıyor. Emek piyasasında makineleşme, dijitalleşme ve hizmet sektörünün büyümesi gibi dönüşümler, fiziksel güce dayalı birçok mesleği değersizleştirdi. Yeni ekonomide duygusal emek, iletişim becerisi ve esneklik öne çıkarken, geleneksel erkeklik biçimleri değersizleşti. Bu durum yalnızca işsizlik değil; değersizlik hissini de artırıyor. Birçok erkek, yalnızca iş gücünden değil; aynı zamanda ilişki piyasasından da dışlandığını hissediyor. Erkeklerin toplumsal algıda değer algısının "başarılı olma zorunluluğu" olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu da ekonomik bir başarısızlığın yalnızca maddi değil, duygusal ve kimliksel bir çöküntüye dönüşmesi demektir.
Bu ekonomik gerilim siyasete de yansıyor. Kadınlar, sosyal devlet politikaları ve pozitif ayrımcılığı destekleyen sosyal demokrat partilere yönelirken; erkekler ise daha çok bu tür ayrıcalıkları sorgulayan ve bireyci yaklaşımlara yer veren sağcı partilere oy veriyor. Böylece yalnızca ilişkilerde değil, sandıkta da cinsiyet temelli bir kutuplaşma belirginleşiyor. Toplumsal gerilim artık yalnızca özel alanla sınırlı değil; kamusal söylemi, politik kimliği ve sınıfsal pozisyonu da kesen bir fay hattına dönüşüyor.
Son Söz
Bu yazı, bir tarafın suçunu diğerine yüklemek ya da çözümler sunmak amacıyla yazılmadı. Amacım, içinde yaşadığımız çağın duygusal ve toplumsal dokusunda giderek büyüyen bir çatlağı görünür kılmaktı. Çünkü bu çatlak artık sadece özel hayatlarımızda değil; kamusal dilde, siyasal tercihlerde ve kültürel üretimlerde de kendini gösteriyor.
Kadınlar ve erkekler birbirine yabancılaşıyor. Karşılıklı empati yerini suçlamaya, anlayış yerini şüpheye, bağ kurma arzusu ise stratejik mesafelere bırakıyor. Herkes haklı, herkes mağdur, herkes anlaşılmamış hissediyor. Bu ruh hâli yalnızca ilişkileri değil; toplumsal barışı, güveni ve dayanışmayı da tehdit ediyor.
Çünkü mesele sadece kadın ya da erkek olmak değil; kırılgan, yorgun ve duygusal olarak tükenmiş bir toplumda insan olarak var olmaya çalışmak. Kimliğimizin cinsiyetle sınırlı olmadığı bir dünyada yaşıyoruz, ama yine de en çok orada inciniyoruz.
Bu yazı, bir çözüm değil, bir teşhis. Ama bazı hastalıklar çözümle değil, doğru teşhisle başlar. Ve belki de bugünün en büyük sorunu, bu kırılmanın nedenini konuşmadan sadece sonuçlarıyla kavga ediyor olmamız. Anlamaya çalışmak, haklı çıkmaktan daha zor ama daha değerli bir çaba.
Yorumlar
Yorum Gönder