Feminizm, modern çağın en etkili özgürlük hareketlerinden biri olarak tarihe geçti. Kadınların siyasal, hukuki ve ekonomik alanda erkeklerle eşit haklara sahip olmasını sağlama konusundaki katkıları inkâr edilemez. Özellikle bilim dünyasında, kadın bakış açısının sosyal bilimlere taşınması; iktisat, sosyoloji ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerde egemen anlatıların yeniden değerlendirilmesini sağladı. Güvenlik, emek, değer, güç ve beden gibi kavramlar, bu sayede daha çok yönlü ve insani bir bakış açısıyla ele alınmaya başladı.
Ancak zamanla, özellikle de kitleselleşmesiyle birlikte, feminist hareketin entelektüel iç tutarlılığı zayıflamış; tek yönlü varsayımlar ve kolaycı anlatılarla şekillenen bir ideolojik kalıba dönüşmüştür. Bu yazı, feminizmin tarihsel başarılarını reddetmeden; fakat onun eksik bıraktığı, görmezden geldiği ya da çelişkili şekilde konumlandırdığı noktaları sorgulamayı amaçlamaktadır. Feminist kuramın, toplumsal cinsiyet rollerinin sadece kültürel şartlanmalardan ibaret olduğu yönündeki varsayımı, insan davranışlarını şekillendiren biyolojik ve evrimsel kökenleri ihmal etmektedir. Bu da hem birey düzeyinde hem de toplumsal yapı düzeyinde tek taraflı açıklamalara yol açmaktadır. Ayrıca feminist söylemin, kamusal alandaki kazanımlarının bir kısmı sistemle örtüştüğü ölçüde desteklenmiş; kadın özgürlüğü söylemi kimi zaman ticarileştirilmiş, kimi zaman da sistemin kendini yenilemesine hizmet eden bir retoriğe dönüşmüştür.
Amaç, ne feminizmi toptan reddetmek, ne de nostaljik bir erkek egemenliği arayışına yönelmektir. Bu yazı, yalnızca feminizmin kendi içindeki çelişkileri ve görmediği yapısal gerçeklikleri görünür kılmak için kaleme alınmıştır. Çünkü gerçek eşitlik, yalnızca hakların değil, aynı zamanda değerlerin de eşitlenmesini gerektirir.
Kültürel Şartlandırma ve Evrimsel Psikoloji
Feminizm, uzun yıllar boyunca kadınların ezilmişliğini toplumsal şartlanmalara dayandırdı. Aile yapıları, medya temsilleri, eğitim sistemleri ve işgücü piyasaları gibi birçok alanın erkek egemen kültür tarafından şekillendirildiği ve bu yapıların kadınları ikincil konumda tuttuğu savunuldu. Bu bakış açısı, önemli ölçüde haklıydı; çünkü gerçekten de birçok toplumsal norm, kadınları pasifleştiren ve erkekleri merkezileştiren biçimde inşa edilmişti.
Ancak bu yaklaşımın en büyük zayıflığı, insan davranışlarının yalnızca kültürel nedenlerle şekillendiğini varsaymasıdır. Oysa kadın ve erkek davranışlarını açıklamak için kültür kadar biyolojik evrim de dikkate alınmalıdır. Örneğin, kadınların tarih boyunca daha seçici olmaları ya da erkeklerin statü elde etmeye yönelik davranışlara daha fazla yönelmeleri yalnızca toplumun beklentileriyle açıklanamaz. Bu eğilimler, insan türünün yüz binlerce yıllık evrimsel geçmişine dayanır.
Toplum, bireylerin doğuştan getirdiği eğilimleri tamamen belirlemez; ama onları yönlendirir, bastırır ya da teşvik eder. Kültür de öğretilerini doğal zemin üzerinden inşa ederek kalıplaştırır. Bu nedenle doğa ile kültürü birbirinden tamamen ayırmak mümkün değildir. Feminist kuram ise çoğu zaman bu karmaşık ilişkiyi göz ardı ederek tüm yapıları bilinçli erkek tahakkümüne indirger. Böyle bir yaklaşım, gerçekliği basitleştirir ve kadın-erkek eşitliğini savunurken insan doğasının çeşitliliğini görmezden gelir.
Bu bağlamda, ataerkilliğin tarihsel olarak ortaya çıkış biçimi de daha iyi anlaşılmalıdır. Ataerkil düzen, erkeklerin bilinçli bir tahakküm kurma arzusu sonucu ortaya çıkmış değildir. Aksine, insanlık tarihinin büyük bölümünde - özellikle avcı-toplayıcı ve tarım toplumlarında - erkeklerin fiziksel gücüne dayalı bir toplumsal yapı hayatta kalmak için işlevsel olmuştur. Ataerkillik, bu anlamda bir baskı mekanizmasından ziyade, dönemin koşulları içinde evrimleşmiş bir hayatta kalma stratejisidir.
Nitekim memeli canlıların yaklaşık %95’inin ataerkil düzende yaşaması da bunun tesadüf olmadığını gösterir. Bu biyolojik gerçeklik, insan toplumlarını da etkilemiştir. Ancak günümüz dünyası artık bu koşulları taşımamaktadır. Modern toplum, teknoloji, hukuk, eğitim ve sağlık gibi yapılarla yapay bir medeniyet oluşturmuştur. Bu yapaylık, ataerkil düzenin gerekliliğini büyük ölçüde ortadan kaldırmakta ve onun aşınmasına neden olmaktadır.
Dolayısıyla ataerkilliğin hala sürüyor olmasını eleştirmek yerindedir; fakat onu bir komplo ya da bilinçli erkek planı gibi sunmak hatalı bir yaklaşımdır. Toplumsal yapılar, yalnızca niyetlerden değil, tarihsel zorunluluklardan ve evrimsel kalıplardan da beslenir. Bu bütüncül bakış açısı olmadan, ne kadınların özgürleşme mücadelesi doğru anlaşılabilir ne de toplumsal eşitlik gerçekçi biçimde inşa edilebilir.
Değer Sisteminin Değişmeyen Doğası
Kadınların değeri güzelliklerinden, erkeklerin değeri başarılarından ölçülüyor. Ve bu, tarih boyunca neredeyse hiç değişmedi.
Feminizm, kadınlara oy hakkı kazandırdı; iş hayatına, siyasete ve akademiye katılımlarını artırdı. Ancak bu kazanımlar, kadınların toplum içindeki “değer görme” biçimini dönüştürmedi. Erkekler de, bu yeni düzende daha özgür bireyler olmadı; aksine, daha fazla rekabet ve baskı altında kaldılar. Çünkü temel mesele hala aynı: Kadınlar güzel olmak, erkekler başarılı olmak zorunda.
Bu zorunluluklar artık sadece geleneksel rollerden değil, tüketim toplumunun değer sisteminden besleniyor. Güzellik her zaman önemliydi, ama hiçbir çağda bugünkü kadar standartlaştırılmış, ticarileştirilmiş ve yaygınlaştırılmış değildi. Reklamlar, sosyal medya algoritmaları ve estetik sektörleri, kadını sürekli daha iyi görünmeye, daha genç kalmaya ve daha fazla dikkat çekmeye zorluyor. Bu yalnızca bireysel bir istek değil, görünmeyen ama çok güçlü bir toplumsal talep hâline geldi. Kadınlar arası görünmez bir yarış başladı ve güzellik bu yarışın başlıca kriteri oldu.
Bu noktada “Bedenime dokunma” gibi hareketler, başlangıçta kadınların beden bütünlüğünü savunmak için ortaya çıktı; ancak zamanla, bu söylem de sistem tarafından içerildi. “Bedenim bana aittir” iddiası, tüketim kültüründe bir sergileme özgürlüğüne; oradan da rekabetin meşrulaştırıcı zeminine dönüştü. Kadın bedeni yalnızca korunması gereken değil, aynı zamanda sergilenmesi ve pazarlanması gereken bir vitrin gibi konumlandırıldı. Bu da güzellik baskısını daha da artırdı.
Benzer bir baskı da erkekler için geçerli: Erkekler daha çok kazanmalı, daha itibarlı olmalı, daha güçlü görünmelidir. Başarısız bir erkek, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal olarak da değersizleştirilir. Modern ilişkilerde bile “sağlayıcılık” rolü hala büyük oranda erkeklerin omzundadır. Kadınlar daha bağımsız görünse de, çoğu ilişki dinamiğinde erkeğin başarısı, hala ilişkinin taşıyıcı sütunu olarak görülür. Başarılı olmayan bir erkeğin sosyal alandaki değeri hızla düşüyor. Erkekler yalnızca geçim sağlamak için değil, var olabilmek için kazanmak zorunda hissediyor. Bu da birçok erkek için yaşamın tamamını bir performans sahasına çeviriyor.
Bugün kadınlar için “güzel olmak”, erkekler için “başarılı olmak” sadece ideal değil, neredeyse varoluşsal bir zorunluluk. Bu zorunlulukları dönüştürmeden gerçek bir eşitlik kurulabileceğine inanmıyorum. Eşitlik mücadelesinde benim en çok önemsediğim alan burası: değerlerin adaleti. Çünkü hak vermek kolaydır, ama değer vermek zaman alır. Kadınlara özgürlük verildi, ama hala “nasıl göründüğüne” göre değerlendiriliyorlar. Erkekler haklarını koruyor, ama “ne başardığına” göre sevilip saygı görüyorlar. Bu sadece klasik bir eleştiri değil. Bariz bir şekilde bu alanda geriye gittik ve geri gitmeye devam ediyoruz. Ve en kötüsü, bu kalıpların değişmesi için ciddi hiçbir kolektif çaba yok.
Kapitalizme Uyum
Kadın özgürlüğü, bir zamanlar sistemin dışında kalan devrimci bir talepti. Bugün ise o taleplerin pek çoğu sistemin merkezine entegre edilmiş durumda; hem söylem düzeyinde, hem de ekonomik olarak.
Kapitalizmin en büyük keşiflerinden biri, cinselliğin ve bedenin ne kadar kolay satılabildiğini fark etmesidir. Bu keşif yalnızca reklamlarda değil, kültürel kodlarda da kendini gösterdi. Moda, kozmetik, estetik, pornografi gibi sektörler artık yalnızca tüketim nesnesi üretmiyor; bir kimlik, bir değer, bir özgürlük biçimi sunuyor. “Güzel görünmek senin hakkın”, “kendin ol”, “cesur ol” gibi sloganlar ilk bakışta özgürleştirici dursa da, gerçekte milyarlarca dolarlık bir tüketim ekonomisinin vitrinidir. Özgürlük artık bir değer değil, bir ürün sloganıdır.
Eskiden yalnızca erkeklerin emeği sistem tarafından sömürülürken, bugün kadınlar da aynı çarkın içinde yer almakta. Kadınlar hem iş gücüne dahil ediliyor hem de “bakımlı”, “çekici”, “enerjik” ve “özgür” olma talepleriyle ikincil bir sömürüye daha maruz kalıyor. Bu sömürü yalnızca bedensel değil, duygusal ve temsilîdir de. Özgürlük söylemi, kadınlara ait olmaktan çıkıp sistemin en etkili pazarlama stratejisine dönüşmüş durumda.
Reklam endüstrisi artık üründen bağımsız “özgürlük kampanyaları” yürütüyor. Satılan şey bir şampuan değil, bir yaşam tarzı. Bir çanta değil, bir kimlik. En çarpıcısıysa şu: Kendini feminist olarak tanımlayan kadınlar bile, daha fazla güzel olma baskısı altında ve bu sektörlerde daha görünür durumda. Yani sistem sadece feminist söylemi kullanmakla kalmıyor; aynı zamanda feminist bireyleri de kendi çarkına dahil ediyor.
Kapitalizm ile feminizm arasındaki bu stratejik kesişme, çıkarların değil ilkelerin dönüşümüdür. Feminist talepler, bireysel özgürlüğü temel alırken; kapitalizm, bu özgürlüğü pazarlanabilir kıldığı ölçüde kabul eder. Böylece özgürlük, yalnızca tüketime çevrilebildiği sürece desteklenir.
Bugün feminizmin başlangıç ilkeleri ile pazarlama dünyasının kullandığı söylemler arasındaki benzerlik, sistemin eleştiriye nasıl uyum sağlayarak hayatta kaldığını gösteriyor. Bir zamanlar sisteme karşı olan değerler, artık onun sürdürülebilirliği için çalışıyor.
Temsil Krizi
Kadınların özgürleşmesi, kapitalist sistem açısından yalnızca bir hak mücadelesi değil, aynı zamanda bir ekonomik stratejidir. Kadınların işgücüne katılması, tüketici kimliğine sahip olması, eğitimli ve üretken bireyler hâline gelmesi, sistemin sürdürülebilirliği açısından kritik önemdedir. Yani feminizmin birçok kazanımı, yalnızca kadınların iradesiyle değil; aynı zamanda sistemin çıkarlarıyla örtüştüğü ölçüde desteklenmiştir.
Bu nedenle feminist söylemin yükseldiği alanlar dikkat çekicidir: reklam sektörü, akademi, küresel sivil toplum kuruluşları, uluslararası fon mekanizmaları... Hepsi, kadının kamusal hayattaki görünürlüğünü desteklerken aynı zamanda sistemin yeni emek ve tüketim düzenine de hizmet eder. Ancak bu söylemin içinde, çok önemli bir temsiliyet sorunu gizlidir.
Bugün kamusal alanda en çok ses çıkaran feministler, büyük oranda şehirli, iyi eğitimli, orta-üst sınıf kadınlardır. Bu gruba mensup kadınlar için özgürlük; kariyer yapabilmek, toplumsal statü elde etmek ya da bireysel tercihlerini rahatça ifade edebilmek anlamına gelir. Oysa kırsalda, düşük gelirli topluluklarda ya da geleneksel yapılarda yaşayan kadınların öncelikleri çok farklıdır: şiddetten korunmak, temel geçimlerini sağlamak, çocuklarını okutabilmek gibi.
Feminizm ise çoğu zaman bu ayrımı gözetmeden tüm kadınları aynı kimliğin içine yerleştirir. Böylece “kadınların özgürleşmesi” fikri, yalnızca belirli bir kadın profiline hizmet eder. Feminist hareketin içeriği, üslubu ve öncelikleri bu merkez kadına göre şekillenir: seküler, şehirli, bireyci ve çoğu zaman küresel değerlerle uyumlu. Bu yüzden de zaman zaman şehirli kadınların ideolojisi olarak anılır.
Bu durum yalnızca sınıfsal değil, aynı zamanda coğrafi ve kültürel bir dışlayıcılıktır. Geleneksel topluluklarda yaşayan kadınların sesi medyada duyulmaz. Göçmen, azınlık ya da muhafazakâr kadınların özgürlük tanımı çoğu zaman küçümsenir ya da geçersiz sayılır. Feminist temsil, bu gruplara ya romantik bir figür olarak bakar ya da onları sistemin dışında bırakır.
Sonuçta ortaya çıkan şey, “tüm kadınları temsil eden” bir söylemin aslında belli bir kadın tipini merkeze almasıdır. Bu hem politik hem de etik bir sorundur. Çünkü temsil edilemeyen kadınlar, yalnızca suskunlaştırılmaz; aynı zamanda eksik ya da geride kalmış olarak etiketlenir.
Bunun yapısal nedenleri vardır. Uluslararası fonlar, medya platformları ve akademik çevreler genellikle evrensel ve seküler bir özgürlük tanımını öncelediği için, bu çerçeveye uymayan kadın deneyimleri anlatı dışında kalır. Aynı zamanda, sisteme entegre olmuş feminizm biçimleri, yalnızca görünürlüğü ve katılımı esas alırken, bu farklılıkların temsil edilip edilmediğini pek sorgulamaz.
Temsil sorunu, yalnızca kimlerin konuştuğu değil, hangi önceliklerin öne çıktığıyla da ilgilidir. Böylece farklı kadın grupları arasında ortak bir mücadele zemini kurmak zorlaşır ve feminizm, tek bir kadın profili üzerinden ilerleyen bir hareket gibi algılanır.
Sonuç
Feminizm, tarihsel olarak büyük bir adalet boşluğunu doldurmuş, kadınların sesini görünür kılmış ve toplumsal eşitlik mücadelesine önemli katkılar sunmuştur. Bu yazının amacı, bu katkıları reddetmek ya da değersizleştirmek değil; feminizmin günümüzde hangi sınırlarla karşı karşıya kaldığını, hangi alanlarda sistemle iç içe geçerek işlevsizleştiğini ve hangi soruları artık yeterince sormadığını ortaya koymaktır.
Kadınların özgürleşme talepleri, bugün birçok alanda karşılık bulmuş gibi görünse de, bu özgürlüklerin ne ölçüde derinleştiği ve kimler tarafından temsil edildiği ciddi şekilde tartışmalıdır. Feminizm, çoğu zaman kadınların yalnızca görünürlüğünü artırdı; ancak onların toplum içindeki değer görme biçimlerini dönüştüremedi. Kadınlar hala güzellikleriyle, erkekler başarılarıyla ölçülüyor. Bu değer sistemi, yalnızca bireylerin değil, tüm sosyal ilişkilerin yönünü belirliyor ve eşitlik taleplerinin önüne görünmez bir duvar örüyor.
Bugün kadın özgürlüğü, büyük ölçüde sistemin pazarlama diline entegre edilmiş durumda. Özgürlük, reklamlarda bir ürün vaadine; beden, sosyal medya algoritmalarında bir sergileme nesnesine; kadın kimliği, tüketime yönlendiren bir sembole dönüşmüş durumda. Feminist söylem, bireyleri güçlendirme iddiasıyla yola çıksa da, kimi zaman bu güç, pazarlanabilir olmakla eş anlamlı hale geldi.
Ayrıca feminist hareketin temsil biçimi, tüm kadınları kapsamakta zorlanıyor. Kırsalda, düşük gelirli bölgelerde ya da kültürel olarak farklı çerçevelerde yaşayan kadınlar, feminist anlatı içinde ya idealize ediliyor ya da görünmezleştiriliyor. Bu da yalnızca fikirsel değil, yapısal bir körlüğe işaret ediyor.
Sonuç olarak, gerçek bir eşitlik mücadelesi yalnızca hak talepleriyle değil, değer algılarına yönelik bir sorgulamayla mümkün olabilir. Kadınlara hak tanımak kolaydır; onları gerçekten farklı biçimlerde değerli görmek zordur. Erkeklere özgürlük sunmak kolaydır; ama başarısız olduklarında bile saygı gösterebilmek zordur. Bugün bu zorluğu göze alan bir yaklaşım yok gibi. Oysa gerçek eşitlik yalnızca hak vermekle olmaz, değer de katarak olur!
Yorumlar
Yorum Gönder