Ana içeriğe atla

Ahlakın İcadı

"İnsan öldürmek kötüdür.”, “Çalmak ahlaka aykırıdır.” , "Tecavüz en büyük suçtur.”

Bu cümleler, hemen hemen tüm toplumlarda kabul edilmiştir. Günümüzde de insanlar bunların insan doğasına içkin, evrensel doğrular olduğunu kabul eder. Ancak bu kurallar her zaman ve her yerde aynı şekilde mi yaşanmıştır? Ya da bu ortak değerler aslında doğal eğilimlerin belirli tarihsel ve siyasal bağlamlarda yönlendirilmiş halleri olabilir mi?

Evrimsel psikoloji bize, insanın grup içi dayanışma, empati, karşılıklılık ve zararlı bireyleri dışlama gibi eğilimlerle donatıldığını söyler. Ki bu durum bile evrimsel şartlandırmadan gelmiştir. Yine de bu açıdan bakıldığında ahlaki sezgilerimizin bazı yönleri evet, doğaldır. Ancak bu sezgilerin nasıl yorumlandığı, hangi davranışların “iyi” veya “kötü” sayıldığı, hangi suçlara nasıl cezalar verileceği, çok daha karmaşık bir tarihselliğe dayanır.

Ahlak sadece içgüdüsel bir duygu değil; aynı zamanda güç yapılarıyla, iktidar ilişkileriyle, devlet aygıtlarıyla ve kültürel normlarla biçimlenen bir sistemdir. Tarih boyunca ahlaki kurallar; toplumsal düzeni sağlamak, sınıf ayrımlarını sürdürebilmek ve iktidarı meşrulaştırabilmek için araçsallaştırılmıştır.

Bu yazı, ahlakın hem evrimsel temellerini hem de iktidar yapıları tarafından nasıl “icat edildiğini” sorgulamak için yazıldı.

Ahlakın Evrimsel ve Antropolojik Temelleri

Önceki yazımızda bahsettiğimiz gibi insanoğlu, ahlaki ilkeleri soyut bir felsefi sistem kurarak değil, hayatta kalma mücadelesi içinde geliştirdi. Evrimsel psikolojiye göre, bazı temel ahlaki eğilimler - örneğin öldürmeme, yardımlaşma, adalet duygusu ve empati - türümüzün grup içinde varlığını sürdürebilmesi için seçilim baskısı altında ortaya çıkmıştır. Bu durumu sadece insanlarda değil diğer canlılarda görürüz. Eğer ekstrem bir durum yoksa bir tür kendi türünden birini kolay kolay öldüremez.

Bu canlının doğada tek başına olmasından gelen bir zaafın ürünüdür. Birey kendi hayatını idame ettirebilmek için kendini bir toplumun parçası olarak kabul ettirmesi gerekir. Toplum da bireyin bencilliğini sınırlamak için ahlaki kurallar koyar. Toplum içinde birbirini öldüren, sürekli çalan veya güveni zedeleyen bireylerin yaşaması zorlaşır. Bu nedenle, “ahlak” gibi görünen pek çok davranış, aslında evrimsel anlamda pragmatiktir: Grubun birliği, dayanışması ve işbirliği kapasitesi artırıldığında, o grup hayatta kalma avantajı elde eder.

Bazı ahlak davranışlarımızın kökenini evrimsel şartlandırmadan geçmiş doğal bir süreçte bulabilir. Örneğin, ensestlik tüm toplumlarda yasaklanmıştır. İnsanlarda ve birçok hayvanda, erken çocukluk döneminde yakın temasla büyüyen bireyler arasında cinsel çekim gelişmez. Bu biyolojik mekanizma (Westermarck Etkisi), genetik çeşitliliği korumak ve zararlı çekinik genlerin aktarımını engellemek için evrimleşmiştir.  

Evrimsel süreç farklılığı teşvik eder. Bu sayede canlının değişen koşullara rağmen hayatta kalma şansı artar. Fakat ensestliğin ahlaki bir kural haline gelmesine sağlayan kültürün ta kendisidir. Antik Mısır'da Ptolemaios Hanedanlığı iktidarını sürdürebilmek için ensest ilişkilere başvurmuştur. Benzer şekilde Avrupa'da Habsburglar kuzen evlilikleriyle mülkiyetin bölünmesini engellemişlerdir.

Yanı ensestlik ya da yukarıda bahsettiğim gibi aynı türden birini öldürmemek benzeri bazı ahlaki yönelimlerimizin kökenlerini doğal seleksiyona bağlasam da, bunların kurallar dizisine koyulması; toplumun çıkarları ile örtüştüğü ölçüde toplum tarafından kabul görmüştür (Sparta'da bebek öldürmek olağan, Azteklerde insan kurban etmek kutsal bir tören, Orta Çağ Avrupa'sında cadı yakmak ahlaki bir görevdi). Bazı ahlak kurallarımızın doğal seleksiyonlar üzerine inşa edilmişse de, günümüz ahlak kurallarının çok azı doğal şartlandırmaya dayanıyor. Anlatacağımız gibi ahlaki kökenlerimizin çoğu tarihsel süreçlerde şekillenmeyle, hegemonların kurduğu ideolojik yapılar doğrultusunda biçimlenmiştir.

Devletin Doğuşu ve Ahlakın Tekelleştirilmesi

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarından biri, göçebe ve yerleşik yaşam biçimlerinin karşılaşmasıyla yaşanmıştır. Tarımsal üretimin gelişmesiyle birlikte bazı topluluklar yerleşik düzene geçerken, diğerleri hayvancılıkla geçinen göçebe yaşam tarzlarını sürdürmeye devam etti. Bu iki yaşam biçimi arasındaki ilişki başlangıçta barışçıl ticaret zeminine otursa da, zamanla gerilimli bir hâl aldı.

Çoban topluluklar, mevsimsel kıtlıklar, hayvan hastalıkları veya otlak yetersizlikleri gibi nedenlerle, yerleşik tarım topluluklarının ürettiklerine bağımlı hâle gelebiliyordu. Oysa yerleşikler, hem bitkisel hem de hayvansal üretimi büyük ölçüde kendileri sağlayabildikleri için, göçebelere çok daha az ihtiyaç duyuyordu. Bu asimetrik ihtiyaç dengesi, çobanları zaman zaman ticarete zorlayıcı, zaman zamansa yağmacı stratejilere itmiştir.

Ticarete zorlanan kimi topluluklar artı ürün üretmeye odaklandılar. Ayrıca sulama tarımı gibi büyük ölçekli projeler, merkezi bir örgütlenmeyi zorunlu kıldı. Bu da hem iş bölümünü artırdı hem de toplumsal farklılaşmanın zeminini oluşturdu. Artı üretimin başlaması toplumsal eşitsizliğe ve artı emeğin toplanabilmesi için ayrı bir sınıfın oluşmasına neden oldu. Artık kabile şefleri sadece topluluğu temsil eden figürler değil; artı ürünü yöneten, depolayan ve dağıtan iktidar odakları hâline geldiler. Ticaretin başlaması, bu şeflerin zenginliğini daha da artırdı. Kaynaklara doğrudan erişimi olan bu kesim, gücünü topluluktan değil, artık artı ürüne ve değişim araçlarına erişimden almaya başladı. Bu, toplumsal hiyerarşinin maddi temelini oluşturdu. 

Sümer'de çoban bir toplumun yerleşik toplumları işgal etmesiyle birlikte sistematik haraç kurulma ihtiyacı doğdu. Din bu konuda gerekli motivasyonu mümkün kıldı. Toplanan artı ürün tapınaklara doğru yöneltildi. Artı ürün sunamayan veya topraksız kişiler kamu yararına kamusal hizmetlerin inşasında çalıştırıldı Bu durum kutsal bir otoriteyle meşrulaştırıldı. Böylece rahipler sınıfı, tanrılar adına toplumu yönetmeye başladı.

Sümer kentlerinde tapınaklar sadece dini merkezler değil, aynı zamanda ekonomik merkezlerdi. Zira artı ürün bu tapınaklarda toplanıyor, yeniden dağıtılıyor ve üretim burada planlanıyordu. Bu durum, ahlaki düzenin tanrısal bir otoriteye dayandırılarak meşrulaştırıldığı ilk kurumsal yapıları doğurdu. Yani ahlaki davranış (çalma, öldürme, zina vb.) artık sadece toplumsal değil, aynı zamanda tanrısal bir suç haline gelmişti. Bu kutsallık, yasa ile ahlakın iç içe geçmesini sağladı.

Din, burada yalnızca bireysel inanç değil, itaati içselleştiren bir aygıttır. Toplum, doğanın ve yöneticilerin ortak iradesini “ahlak” adı altında kabul eder. Kısaca bu eşitsizliğin kalıcı olabilmesi için yalnızca zorla değil, aynı zamanda bir meşruluk zeminiyle de desteklenmeliydi. Jean-Jacques Rousseau’nun dikkat çektiği gibi, bu yeni düzende alt sınıfların da kendini güvende hissedeceği bir güvence verilmeliydi. O güvence adaletti. Fakat adalet sağlayan mercilerin başında bu eşitsizlikten sorumlu rahip sınıfı vardı.

Zamanla, toplumun karmaşıklaşması ve özellikle iç savaşlar, rahip sınıfının otoritesini tek başına sürdürmesini zorlaştırdı. Bu noktada askeri güç öne çıktı. Sümer'deki şehir devletlerinde komutanlar, rahiplerin otoritesine ortak oldu. Bu yeni yönetici sınıf, genellikle ilahi meşruiyetle kendini tanımlamaya devam etti. Tanrı tarafından seçilmiş kral imgeleri burada doğdu. 

Bu dönüşümle birlikte, adalet fikri de yeniden tanımlandı. Egemen sınıfların en büyük meşruiyet aracı hâline gelen adalet, kralların ağzından tanrı buyruğu olarak sunulmaya başlandı. Hammurabi’nin yasalarında bu açıkça görülür: kral, “adaleti yeryüzüne getiren” tanrısal bir figürdür. Toplumun krallardan en büyük beklentisi de adaletti. Ancak bu adalet anlayışı eşitliği sağlamaktan uzaktı (Hammurabi kanunlarında kısasa kısas yalnızca alt sınıftaki insanlar için geçerliydi. Kanunlarda insanlar 3 sınıfa ayrılır ve bu sınıflara göre ceza değişirdi). Yani adalet inancı da iktidarın rahip sınıfından askeri erke geçmesinden sonra şekil değiştirmiştir.

İnsanların zihni de iktidarın ideolojik aygıtlarıyla dönüştürüldü. Tanrı fikri ile yönetici erk arasında bağlantı kuruldu: İnsanlar doğa karşısında acizdi. Yağmurun, kuraklığın ya da tufanın açıklaması yoktu. Bu belirsizlik, insanı yalnızca doğaya değil, doğayla birlikte yöneticilere de bağımlı kıldı. Belirleyemediği güçleri anlamlandırmak için onları kişileştirdi, tanrılaştırdı. Bu tanrılar ise zamanla, toplumdaki egemen sınıfın ideolojik yansımalarına dönüştü Ahlak artık kolektif yaşamın kurallarından değil, iktidarın onayladığı davranış biçimlerinden türetiliyordu. Babil mitolojisinde insan, tanrıların hizmetkârı olarak yaratılmıştır. Bu anlatı tesadüfen oluşturulmuş değildir, aynı zamanda yöneten-yönetilen ilişkisinin ideolojik temsilini yapar. Çünkü insan tanrıların kölesidir; beraberinde toplumda da insan, efendisinin kölesidir.

Bu gelişmeler, devletin doğuşunu mümkün kıldı. Devlet, artık sadece dış tehditlere karşı bir savunma mekanizması değil, artı ürünü yöneten, mülkiyeti tanımlayan ve ahlaki kuralları yasaya dönüştüren merkezi bir otorite haline geldi. Böylece ahlak kuralları, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan ve meşrulaştıran bir araç olarak kurumsallaştı. 

Orta Çağ ve Aydınlanma

Ahlaki kuralların tarihsel işlevlerinden biri, toplumsal tabakalaşmayı meşrulaştırmak ve alt sınıfları kontrol altında tutmaktır. “Delilik”, “suç”, “ahlaksızlık” gibi kategoriler de tarihsel ve siyasal bağlamlarda üretilmiştir; evrensel gerçekler değil, dönemin iktidar ilişkilerinin ürünleridir. Akıl ile delilik arasındaki ayrım, 17. yüzyıl Avrupa’sında delilerin tecrit edilmesiyle kurumlaştı; suçlu kavramı ise artık yalnızca işlenen fiile değil, bireyin “düzeltilebilir iç yapısına” odaklanarak modern ceza sistemine geçişi temsil etti. Böylece modern iktidar sadece bedeni değil, zihni de disipline eden bir forma evrildi.

Bu dönüşümde dinin rolü de yeniden tanımlandı. Orta Çağ boyunca din, yalnızca bireysel inancın değil, siyasi kimliğin de belirleyicisiydi. Katolik ya da Ortodoks olmak bireyin değil, hükümdarın iradesine bağlıydı. Örneğin Rusya’nın Hristiyanlığı benimsemesi, Bizans’la diplomatik bağ kurma amacı taşıyordu. Türklerin İslam’a geçişi de, edinilen yeni yurtlarda tutunabilme ve bir meşruiyet zemini yaratma çabasıydı. VIII. Henry’nin Anglikanlığı ilanı, dini reformdan çok, politik bağımsızlık hamlesiydi. Hakeza, İsveç kralı I.Gustav'ın Protestanlığı seçmesi gibi. Din, bireyin içsel bir yönelimi değil, siyasi düzenin aracıydı.

Aydınlanma düşüncesi, iktidarı tanrısal bir kaynaktan değil, insanın doğasından ve rasyonel yetilerinden türetmeyi amaçladı. Bu paradigma değişiminin önemli figürlerinden biri olan John Locke, toplumsal düzeni ahlaki ve hukuki temellere dayandırmak adına insan doğasına dair yeni bir kurgu geliştirdi. Locke’a göre, insan doğası itibarıyla özgür, akıl sahibi ve başkasının hakkına saygı gösteren bir varlıktır. Bu görüş, Hobbes’un doğa hâlinde herkesin herkesle savaş içinde olduğu karanlık tasvirine karşı çıkar. Locke’un bu optimist doğa anlayışı, liberal hukukun ve özel mülkiyetin temelini oluşturur.

Locke’un “doğa durumu”nda birey, kendi emeğiyle doğayı dönüştürerek ona bir “değer” katar ve bu emeği sayesinde o nesneye sahip olma hakkı kazanır. Bu, özel mülkiyetin doğuştan gelen bir hak olarak görülmesini sağlar Bu fikir, sadece ekonomik sistemi değil, aynı zamanda modern hukuk sistemini de temellendirir. Locke’un ortaya koyduğu bu mülkiyet anlayışı, 18. ve 19. yüzyılda gelişen burjuva hukukunun temel direğini oluşturur. Çünkü mülkiyetin “rasyonel”, “doğal” ve “evrensel” bir hak olarak tanımlanması, onu tartışılmaz bir norm hâline getirir. Böylece mülkiyetin sınıfsal karakteri perdelenir, ahlaki ve hukuki bir ilkeye dönüştürülür.

Ancak bu “doğal haklar” söyleminin arkasında ciddi bir ideolojik program yatar. Yeni siyasal çıkar, aristokratik egemenliği yıkmak için dinin siyasal etkisini zayıflatmak zorundaydılar. O yüzden tanrı merkezli düzenin yerine insan aklını, bireysel özgürlüğü ve özel mülkiyeti koydular. Laiklik, burada yalnızca dinî özgürlüğü değil, aynı zamanda ekonomik ilişkilerin seküler ve kontrolsüz kalmasını güvence altına alan bir araç hâline geldi.

Öte yandan ticaretin gelişmesiyle birlikte parçalı feodal yapılar, burjuvazinin çıkarlarına ters düşmeye başladı. Burjuva sınıfı, ürün ve sermaye dolaşımını kolaylaştırmak için merkezi otoriteleri destekledi. Bu nedenle Aydınlanma öncesinde, ticaret burjuvazisi, mutlak monarşilerin inşasında önemli bir rol oynadı. Kendi siyasi iktidarını inşa edene dek, kralın desteğiyle feodal lordların gücünü kırmak, daha az parçalı bir pazar yaratmak için mutlakiyeti destekledi. Mutlak monarşinin kendisini de tehdit etmeye başlayınca, siyasal meşruiyeti artık “krallığın kutsallığı”na değil, “halk egemenliği”ne dayandırdı.

Bu dönüşümün temelinde, ahlaki kuralların da yeniden tanımlanması vardı. "Doğru davranış", artık Tanrı’ya değil, akla ve üretkenliğe göre ölçülüyordu. Böylece yeni tip “ahlaki birey” - çalışkan, rasyonel, disiplinli ve üretken - hem kapitalist düzenin hem de modern hukuk sisteminin temel taşı haline geldi.

Milliyetçiliğin Kökeni

Ateşli silahların yaygınlaşmasıyla birlikte savaşlar hem daha yıkıcı hem de daha pahalı hale geldi. Bu yeni durum, savaşların artık sadece cesaretle değil, disiplinli, eğitimli ve organize ordularla yürütülmesini zorunlu kılıyordu. Dolayısıyla savaş, yalnızca askerî değil aynı zamanda lojistik, finansal ve yönetsel bir meseleye dönüştü. Bu da devletleri daha karmaşık ve kalıcı bir bürokratik yapıya yöneltti. Savaşlar karmaşıklaştıkça, diplomasi de gelişti; çünkü savaşın maliyetinden kaçmanın en etkili yolu uzlaşmaydı. Ancak diplomasi yürütmek de tıpkı savaşmak gibi uzmanlaşmış insan kaynağı ve bürokrasi kapasitesi gerektiriyordu.

Bu süreç, modern devletin temel kurumlarını şekillendirdi: vergi daireleri, diplomatik temsilcilikler, istatistik büroları, genel eğitim kurumları gibi. Devlet artık sadece ceberrüt bir güç değil, toplumu dönüştürmeyi hedefleyen bir yapı haline geldi. Artık devletten beklenen şey sadece güvenlik sağlamak ya da vergi toplamak değildi. Devlet, kendi çıkarına en uygun insan tipini üretmeye başladı. Yani, eğitilmiş, verimli, sadık ve belirli bir kimliği içselleştirmiş bireyler.

Geçmişte devlet ile birey arasında bu kadar organik bir bağ yoktu. Devlet uzak durulması gereken, zor durumda kalınmadıkça karşılaşılmayan bir otoriteydi. Bürokrasinin gelişmesiyle birlikte devlet, kendi vatandaşından ömür boyu maksimum verim almayı hedefledi. Modern devlet bireyi daha doğmadan gözlemlemeye, şekillendirmeye ve ona belli bir yön vermeye başladı. Devletin bu dönüşümü gerçekleştirebilmesi için bireyin kendisini devletle özdeşleştirmesi gerekiyordu. Bu ihtiyacı karşılayan ideoloji milliyetçilik oldu.

Milliyetçilik, bireyin devlete yalnızca hukuki değil aynı zamanda duygusal ve ahlaki bir bağlılık geliştirmesine olanak tanıdı. “Vatandaşlık” artık sadece bir kimlik kartı değil, bir aidiyet biçimiydi ve devlet, kendini "bizim devletimiz" olarak tanıtırken; birey de sadece “bir uyruk” değil, "milletin evladı" haline geldi. Eğitim sistemleriyle bu kimlik çocuk yaşta içselleştirildi, resmi tarih anlatılarıyla bir ortak geçmiş kuruldu, marşlarla, törenlerle ve sembollerle bu duygu sürekli yeniden üretildi. Ticaretin ve bürokrasinin yükselişi ile şehirler kalabalıklaştı. Devletin ve burjuvanın çıkarları doğrultusunda, şehirde yaşayan binlerce farklı kültürden insanı bir arada tutabilmek için şehirlilik kültürü inşa edildi.

Kısacası, modern devletin en önemli hedeflerinden biri, vatandaşını hem teknik hem de ahlaki olarak dönüştürmekti. Milliyetçilik ise bu dönüşümün temel taşıydı. Eğitim, dil birliği, ortak değerler ve kamu hafızası gibi araçlarla yurttaşlık, sadece bir yönetim biçimi değil, bir tür ahlaki kimlik haline geldi. Devlet, kendi ahlakını yurttaşının içine yerleştirdi.

Milli Kimlik İnşası

Bu bölümde milli kimlik inşasına somut örneklerle göstermek istiyorum. Milli kimlik her zaman vardı ve politik bir araç doğrultusunda egemenliği pekiştirmek için yaratılmıştı. Türk kimliğini yaratanlar Göktürklerdi. Aşina boyuna mensup Göktürler, Orta Asya'da bütün boyları kapsayan büyük bir konfedere imparatorluk kurdu. Aşina boyunun imgelerini ve mitleri taşıyan bir kimlik inşa edildi. Orta Asya'da ben Türküm demek, Göktürkler'e bağlıyım anlamını taşıyordu. Göktürkler'in gücü bu kimliğin benimsenmesini etkiliyordu. Göktürklerin muazzam gücü ve bir konfedere yapıya rağmen uzun süre varlığını koruması bu kimliğin kalıcılaşmasına neden oldu. Aristokratik düzende, soyluluk ve kan bağı (kut inancı) oldukça önemliydi. Hükümdarlar da haklarını bu kutsal nesnelere dayandırırdı. Göktürkler yıkılmasına rağmen, Göktürklerin mirasını toplamaya çalışan diğer boylar, meşruiyet sağlayabilmek için Türk kimliğini kullanmışlardır. Türk kimliğinin Orta Asya'da en büyük meşruiyet aracı olmasıyla birlikte genel geçer bir kimlik olarak milli hafızaya yerleştirdi.

Bu sadece Türk kimliği için anlattığımız. Bütün kimliklerinde benzer amaçlarla yaratıldığını söylemek de bir beis yoktur. Fakat dinin meşruiyeti milli kimliklerin üzerindeydi (Semavi dinlerin yükselişinden sonra). Devlet ve halk kendisini din üzerinden tanımlıyordu. O yüzden bizim bugünden anladığımız kadarıyla milliyetçilik yoktu. Aydınlanmanın getirdiği sekülerleşme ve modern devletlerin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir milli kimlik inşası yapıldı. Milli kimlik inşası için ortak değerler ve kahramanlar yaratıldı. Çoğunlukla liderlik kültleri üzerinden inşalar yapıldı. Buna en uygun kahramanlar ulusal direniş kahramanlarıydı ( Mustafa Kemal (Türkiye), Jan Zizka (Çekya), Jeanne d'Arc (Fransa), Aleksandr Nevski (Rusya), G. Washington (ABD), Garibaldi (İtalya), Pasquale Poali (Korsika) ...). 

Bu liderler bilinçli bir şekilde seçiliyordu. Örneğin soğuk savaş döneminde Arnavutluğun diktatörü Enver Hoca, milli kimlik inşası için İskender Bey'i kullanmıştır. İskender Bey, Osmanlılar tarafından 13-14 yaşlarında devşirilip Osmanlı hizmetine alınan bir generaldi. 1443 yılında Osmanlı'dan kaçıp Arnavutluk'ta bağımsız bir prenslik kurdu. Ömrünün sonuna kadar Osmanlılarla savaşmış ve defalarca kez de Osmanlı ordularını yenmiş bir kral olarak tanındı. Arnavutluk milliyetçiliğinin ilk doğuşu Osmanlı'nın son dönemlerinde doğmuştu. Mücadele ettiğiniz bir ulusu ne kadar karalarsanız, kendi davanız da o kadar meşruiyet kazanacaktır. Arnavutluk bağımsızlığını Osmanlı'dan kazanmıştır. İskender Bey, Arnavutluğu ömrü boyunca Osmanlılara karşı savunmuş ve onları defalarca kez yenilgiye uğratmış biri olarak bu rol için biçilmiş kaftandı. Enver Hoca, İskender Bey'i Arnavut milliyetçiliğinin sembolü haline getirdi.

Türkiye'de kardeş ülke denildiği zaman akla ilk Azerbaycan gelir. Sloganımız bile var: Tek millet, iki devlet! Ne var ki, diğer Türki devletlerle bu kadar yakın bağımız yok. Ya da aynı kökenden olan Portekiz ve İspanya arasında niye böyle bir dostluk yok? Diğer yandan Hollandalılar (Flemenkler), Almanlar ve Avusturyalılar aynı Cerman kökene sahip olsalar da niye birbirinden bu kadar farklı kimliklerle tanımlıyorlar? Bunun cevabı tarihte ve milli kimliğin hangi hatlar üzerinde inşa edildiğinde saklı.

Portekiz, Reconquesta döneminde 12.yy'da bağımsızlığını kazanmıştır ve o zamandan beri neredeyse kesintisiz bir şekilde bağımsızlığını korumaktadır. İspanya ise Kastilya ve Aragon'un birleşmesiyle kurulmuş, daha çok Kastilya'nın mirasını taşımaktadır. Biz de Anadolu Beylikleri dönemine benzer şekilde, İspanyol prenslikleri arasında da "İspanya'yı Birleştirme" rekabeti vardı. Bu rekabetin kazananı Kastilya oldu. Portekiz güçlü tarihsel ittifakı İngiltere sayesinde Kastilya'nın gücünü dengeleyebilmişti. Asimetrik bir rekabetin içinde kalan Portekiz, İspanya'yı bağımsızlığının bir tehlikesi olarak görüyordu. 16.yy'da  Portekiz kralının Fas'ta savaş sırasında ölmesinden sonra, Portekiz varissiz kaldı ve İspanya ile birleşmek zorunda kaldılar. Korkulanın yaşanması ile Portekiz'in İspanya karşısında bağımsızlığını yitirmesi. İspanya'dan bağımsız daha güçlü bir Portekiz kimlik inşası ihtiyacını doğurdu. Portekiz bağımsızlığını tekrar kazansa da eski kolonyal topraklarının bir kısmı İspanya'nın elinde kalmıştı. Bu tarihsel rekabet, Portekiz ile İspanya arasında Türkiye-Azerbaycan benzeri bir "kardeşlik" ilişkisinin kurulmasını engellemiştir.

Türkiye'de Azerbaycan ile tarihin önemli bir kısmı boyunca rekabet halinde olmuştur. Azerbaycan, İran'ı yönettiği dönemde çıkarlarına uygun şekilde İran kimliğine yakın bir kimlik inşası yapıyordu. Lakin, 19.yy geldiğimizde Kuzey Azerbaycan Rusya tarafından, Güney Azerbaycan Fars hanedanı İran tarafından işgal edilmişti. Azerbaycan'da kimlik inşasını Anti-Rusya ve Anti-Pers üzerinden şekillendirmeye başladı. Türkiye'nin de Anti-Rusya ve Anti-Pers kimlik inşası, ortak bir kimlik bilinci olarak algılandı. Azerbaycanlılar kendi imparatorluklarını kaybetseler de, Anadolu Türklerinin hala büyük bir imparatorlukları vardı ve Ruslarla savaşıyorlardı. Azerbaycan halkı için Türkler büyük abi olarak algılanmaya başlandı. Türklerin Kurtuluş Savaşı süreci (rol-model) ve Osmanlı paşası olan Nuri Paşanın 1918'de Bakü'ye girerek Azerbaycan'ı kurtarması ortak bilinci daha da güçlendirdi. Türkiye ile Azerbaycan'nın ortak çıkarları ve sürekli etkileşim halinde olması, diğer Türki devletlerden daha yakın bir bağ kurmasına neden oldu.

Hollanda milli kimliği, esas olarak İspanya’ya karşı verilen bağımsızlık mücadelesi (1568-1648) sırasında şekillendi. 16. yüzyılda Habsburg İspanyası’nın Katolik merkeziyetçi yönetimine karşı başlayan “Seksen Yıl Savaşı”, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda dinsel ve kültürel bir kopuş anlamına geliyordu. Hollandalılar bu mücadelede, hem Katolikliğe hem de monarşiye karşı bir kimlik tanımı geliştirdiler. Katolik  Flemenkler İspanya'nın (Belçika) hakimiyetinde kalırken,  Protestanlar bağımsızlığını kazandılar. Hollanda bu tarihten sonra bilinçli olarak Habsburgların yönetiminde olan Kutsal Roma Cerman İmparatorluğu'nun etki alanından kurtulabilmek için ayrı bir kimlik inşa etmeye başladı. Almanya ve Avusturya 19.yy'da Alman dünyasının liderliğini ele almak için kıyasıya bir rekabet içerisindeydiler. Bu yüzden iki taraf da Alman kimliğini kullanıyordu. Rekabetin kazananın Almanya olması, Avusturya'yı Portekiz'e benzer duruma sokarak farklı bir kimlik arayışına yöneltti. İkinci Dünya Savaşından sonra Avusturya, büyük devletlerin tepkisini çekmemek ve kendisini Hitler mağduru gösterebilmek için Alman milliyetçiliğinden uzaklaştılar. Bugün Hollanda sadece Cerman kökenlerini kabul ederken kendisini bir Alman olarak tanımlamaz. Avusturyalılar, Almanlar ile aynı kökenden olduklarını savunsalar da kültürel olarak farklı olduklarını savunurlar.

Sonuç

Tarihin derinliklerine bakıldığında, ahlaki normların hiçbir zaman yalnızca “doğal” ya da “evrensel” ilkelerle oluşturulmadığını görüyoruz. Elbette evrimsel bir altyapı, insan davranışlarını belirli eğilimlere yönlendirmiştir. Ancak bu eğilimlerin ne şekilde kurumsallaştırıldığı ve neyin “iyi” ya da “kötü” sayıldığı, büyük ölçüde tarihsel, siyasi ve ekonomik koşullar tarafından belirlenmiştir. Devletin ortaya çıkmasıyla birlikte ahlak, artık sadece toplumsal bir yönelim değil; aynı zamanda iktidarın meşruiyet aracına dönüşmüştür. Din, yasa, gelenek ve eğitim gibi araçlar üzerinden bireyin vicdanı adım adım şekillendirilmiş; insanın iç sesi, dış otoritelerin sessiz devamına dönüştürülmüştür. Bu nedenle modern dünyada ahlaka dair her yargı, yalnızca bireysel bir inanç değil, aynı zamanda kolektif bir geçmişin, tarihsel bir gücün ve ideolojik bir tercihin ürünüdür. Ahlak, bu bağlamda sadece “ne yapılması gerektiği” sorusuna değil, “kimin için, hangi düzende ve hangi otorite adına yapılması gerektiği” sorularına da yanıt arar.


Okuma Önerileri:

Ahlakın Evrimsel ve Antropolojik Temelleri:

Yuval Noah Harari, Sapiens
Frans de Waal, Empati Çağı

Devletin Doğuşu ve Ahlakın Tekelleştirilmesi:

Alaeddin Şenel, Siyasi Düşünceler Tarihi
Jean-Jacques Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
Enuma Eliş, Babil Yaratılış Destanı
James Scott, Tahıla Karşı

Orta Çağ ve Aydınlanma:

Alaeddin Şenel, Siyasi Düşünceler Tarihi
John Locke, İki Hükümet Üzerine Deneme
Michel Foucault,. Deliliğin Tarihi
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu

Milliyetçiliğin Kökeni:

James Scott, Devlet Gibi Görmek
Anderson Benedict, Hayali Cemaatler

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çin Tarihi - 6 ( Tang Hanedanı )

Tang Hanedanı (618-907) Tang Hanedanlığı, Han gibi Çin'in altın dönemlerinden biridir. Tang Hanedanı, Sui'lerin ve İmparator Wen'in bıraktığı miraslar ve kurumlar ışığında Çin tarihinin ikinci büyük emperyal gücü oldu. Tang Hanedanı devraldıkları kurumları daha da geliştirerek zirve noktasına ulaştırdı, Tang döneminde geliştirilen kurumların ve kültürel ilerlemelerin, hala günümüz Çin'inde etkisini gözlemlemek mümkündür. Tang Hanedanı ve Komşu Ülkeler Tang Hanedanlığının Yükselişi Uyguladığı politikalarla ülkeyi ekonomik iflasa sürükleyen Sui Hanedanının 2. İmparatoru Yang'ın suikasta uğramasının akabinde Sui Hanedanlığı parçalanma dönemine girdi. Her vilayette kendi hakimiyetini kurmaya çalışan askeri önderler ortaya çıktı. Bunlardan biri de Tang Dükü Li Yuan'dı. Başarılı bir komutan ve stratejist olan Li Yuan, başkenti ele geçirdi ve Sui Hanedanlığına son verdi. Tang Hanedanlığını kurarak Gaozu adını alarak imparator oldu. 621'de Çin'in doğusunu, 624...

Özgürlükten Metalaşmaya

Feminizm, modern çağın en etkili özgürlük hareketlerinden biri olarak tarihe geçti. Kadınların siyasal, hukuki ve ekonomik alanda erkeklerle eşit haklara sahip olmasını sağlama konusundaki katkıları inkâr edilemez. Özellikle bilim dünyasında, kadın bakış açısının sosyal bilimlere taşınması; iktisat, sosyoloji ve uluslararası ilişkiler gibi disiplinlerde egemen anlatıların yeniden değerlendirilmesini sağladı. Güvenlik, emek, değer, güç ve beden gibi kavramlar, bu sayede daha çok yönlü ve insani bir bakış açısıyla ele alınmaya başladı. Ancak zamanla, özellikle de kitleselleşmesiyle birlikte, feminist hareketin entelektüel iç tutarlılığı zayıflamış; tek yönlü varsayımlar ve kolaycı anlatılarla şekillenen bir ideolojik kalıba dönüşmüştür. Bu yazı, feminizmin tarihsel başarılarını reddetmeden; fakat onun eksik bıraktığı, görmezden geldiği ya da çelişkili şekilde konumlandırdığı noktaları sorgulamayı amaçlamaktadır. Feminist kuramın, toplumsal cinsiyet rollerinin sadece kültürel şartlanmalar...

Çin'in Küreselleşmesi ve Sonrası 1 - İleri Atılım

 Çin bilindiği üzere yıllarca komünizm ile yönetilmiş, bugün de dahil adı Çin Komünist Partisi olan tek partili bir rejim tarafından yönetilen bir ülkedir. Fakat parti aynı olsa bile Komünist Çin'in kurucusu olan Mao'nun ölümüyle birlikte, ülkenin çehresi 1978'den bu yana oldukça değişmiştir. Mao iç savaş sürecinde, ülkenin Japon işgaline karşı merkezi hükümetle birlikte işgale karşı direniş göstermiş olsa da merkezi hükümetin işgal sırasında zayıflamasından faydalanmış ve Sovyetlerin de desteğini alarak savaş sonrası 1949 yılında Tayvan dışında ülkeyi komünist bir rejim etrafında birleştirmeyi başarmıştır. Ancak Sovyetlerle birliktelik kalıcı olmamış, Mao müteakiben yeni Sovyet lideri Kruşçev'in emperyalistlere karşı yumuşak tavrından ve Sovyetlerin, Tibet işgalinde Çin'e destek vermemesinden dolayı Sovyetlere olan inancını kaybetmişti. Sovyet modelinden giderek uzaklaşarak kendi kafasındaki komünizmi uygulamaya geçirmeye çalıştı. Çin'in Tayvan üzerinde agresif...