İnsanlar yardım eder, paylaşır, empati kurar. Peki gerçekten mi? Yoksa her iyilik, kendini garantiye alma içgüdüsünün bir tezahürü müdür? Bu soru, insan doğasını ve toplumun nasıl işlediğini anlamak isteyen herkesin karşısına eninde sonunda çıkar. Bu yazı, iyilik kavramının arkasındaki çıkar yapısını sorguluyor.
Bildiğiniz üzere canlılar hayatta kalma şansını artırmak için gruplar, koloniler ve topluluklar oluştururlar. Tabi ki, bu durumdan insanlar da farksız değildir. Kimi fikirlere göre insanın bu doğal durumuna bakarak insanların doğuştan karşılıklı işbirliğine açık ve doğuştan iyi olduklarını söylerler. Kimi de bu fikirleri devam ettirerek, insanların ahlaki çöküntüsünü özel mülk, para ekonomisine geçiş ve kapitalizme kadar getirir. Şahsen, insan doğasının salt iyiliğe açık olduğuna katılmasam da; kapitalizmin her şeyin metalaştırması sonucu var olan sınırlı empati ve dayanışma biçimlerini bile aşındırdığını, insanın insana yabancılaştığı, ilişkileri bile araçsallaştıran ahlaki zemine doğru kaydırdığını yine de kabul edebilirim. Fakat kapitalizmin dünya genelindeki başarısının da en büyük nedeninin insanın doğasına uyumlu olarak insan bencilliğine hitap etmedeki yeteneği olarak görüyorum.
Bu noktada yeniden gruplar, koloniler ve topluluklar meselesine dönmek gerekiyor. Çünkü sosyal yapılar, yalnızca insana özgü değil; birçok sosyal canlıda da hayatta kalma stratejisinin temelini oluşturuyor. Örneğin Şempanzeler, yalnızca yiyecek paylaşımı veya barınma değil; statü, güvenlik ve toplumsal kabul gibi nedenlerle de gruplar içinde yaşarlar. Şempanze örneğinden devam edersek, bir şempanze bir arkadaşının hiçbir "karşılık" beklemeden sırtını parazitlerden temizler. Yarın bir gün aynısı kendi başına geldiği zaman ise onun temizlemesini bekler. Aslında bu davranışıyla sosyal bir yatırım yapar. Lakin durum sadece bundan ibaret değildir. Çünkü, toplumlar bireyin bencilliğinden korunabilmek için katı sınırlar çeker. Şempanzenin davranışı yalnızca bir sosyal yatırım değildir, aynı zamanda bir zorunluluktur. Zira, Şempanze eğer parazit ayıklamayı reddederse toplumdan dışlanacağını bilir. Bencil olmak çoğu durumda hayatta kalma şansımızı artırır. O yüzden evrimsel psikolojide her canlı, hayatta kalma içgüdüsü sahip olduğu için bencillik güdüsüne de sahiptir. Fakat canlıların çoğu tek başına hayatta kalamayacak kadar zayıf olduğu için birleşerek toplulukları oluşturur. Toplumlar da topluluğun devamı için bireyin bencilliğini sınırlamak için kurallar koyar. Freud'un dediği gibi: "Eğer insan doğası 'iyi' olsaydı, onu dizginlemek için bu kadar karmaşık bir toplumsal inşa gerekmezdi". Ahlak dediğimiz şey ise bencilliğin kurallara koyulmuş, rafine edilmiş halidir. Aynı zamanda her ahlak, aydınlaşmış bir bencilliğin ürünüdür. Bilakis hiçbir iyilik karşılıksız değildir. Bu durumu bir kaç örnek üzerinden anlatmak istiyorum.
Ahlak ve Çıkar
İnsanları tamamen kötü gösterme niyetinde değilim. İnsan ahlakının motivasyonun sandığımızdan nasıl pragmatist olduğunu ve kişisel çıkara hizmet ettiğini göstermek istiyorum. Örneğin kadınların ikincil plana atılması tarım devrimine bağlansa da, bu tam olarak doğru değildir. Tarım devriminden sonra bile eşitlikçi yapı devam etmiştir. Ticaretin başlamasıyla artı ürün üretilmek zorunda kalınmış, bu da doğal olarak toplum içinde eşitsizliğin başlamasına neden olmuştur. Kadınların ikincil plana atılmasının nedeni de emek değeridir. Sabanın icat edilmesiyle birlikte tarımda verimlilik artışı yaşanmıştır. Lakin saban kullanımı büyükbaş hayvancılığa bağlı olduğu için bu hayvanların kontrolü için erkeklerin fiziksel kuvveti gerekliydi. Erkekler olmadan sabanın kullanımı kısıtlı olacağı için, kadınların emek değeri göreceli olarak erkeklerin aşağısında kalmıştır. Bu da kadınların ikincil plana düşmesine neden olmuştur. Günümüzde bile saban kullanan tarım toplumlarında saban kullanmayan tarım toplumlarına nazaran kadın-erkek eşitsizliği çok daha yüksektir. Kadınlar üzerinde yüzyıllardan beri gelen ahlak sistemimiz, ahlaki yargılarımızın bir kökeninin de böyle bir çıkar doğrultusunda geliştiğini söyleyebiliriz. (Ataerkilliğin oluşumu çok daha karmaşık ve geçmiş nedenlere dayanmakla birlikte sadece bir örnekte ahlaki yargılarımızın nasıl oluştuğuna dair bir izlenim göstermek istedim)
Haset Teorisi
Melanie Klein'e göre insan beyni bir hasetlik üzerinden gelişmiştir. Bebekler doğdukları an nesneleri ayırt etmeyi bilmezler. Her şeyi bir bütün olarak görürler. Klein'in haset teorisine göre, bebek annesinin memesinde sınırsız süt ve haliyle sınırsız mutluluk kaynağı olduğunu düşünür. Fakat bebek memeye istediği gibi ulaşamaz ve annesinin kendi doyumu ve arzusu için onu alıkoyduğunu düşünür. Bundan dolayı büyük bir haset duymaya başlar. Bu kötü düşüncelerle başa çıkabilmek için de nesnelere iyi, kötü anlamlar yükleyerek nesneleri ayırt etmeye başlar. Bebek, 2 yaşında ego devrimini yaşar ve ben demeyi öğrenir. Bunlar hepimizin deneyimlemesi ve ergenlikte aşmamız gereken durumlardır. Bu durumu aşamayan ve çocuk ahlakında sıkışıp kalmış kişilere de narsist bireyler diyoruz. Yani Klein'e göre insan beyni hasetlik ve bencillik üzerinden gelişmiştir. Çocukların insan doğasına daha yakın olduğunu kabul edersek, insanların doğuştan daha bencil bir yapıya sahip olduğunu kabul etmiş oluruz. Çünkü, çocuklar genellikle başkalarıyla empati yapmaya gerek duymaz. Küçüklükten beri ebeveynleri tarafından özel ilgi ve tahammülle yetiştirilen çocuklar, ben merkezli bir düşünce sistemi inşa eder, çoğunlukla yaptıkları hareketin hiçbir bedelini ödemedikleri için de diğer insanlar hakkında empati yapma gereksinimi duymazlar. Kendi yaşıtları ile karşılaştıkça bu özel ilgi alanı kaybolur. Çocuk karşıdaki ile iyi geçinebilmek için empati geliştirmeye başlar. Zamanla bir ahlak sistemi geliştirmeye başlar. Tabi ki bu süreç bu kadar pürüzsüz gitmez. Çocuk kendini keşfetme sürecindeyken yani tam anlamıyla empati yeteneğinden yoksunken en büyük zorbalıklar da çocuklardan çıkar. Ergenliğe girildikten sonra bir ahlak sistemi inşa edilir. 'Kendime nasıl davranılmasını istiyorsam, karşı tarafa da o şekilde davranmalıyım' Bu sayede kişi geliştirdiği ahlak sistemi sayesinde kendi kazanımlarını muhafaza altına almak ister.
Sosyal Medya
Daha güncel bir konu ile açıklama isterim. Günümüzde sosyal medya ile insanların nasıl kutuplaştığı ve hatta canavarlaştığı malum bir konudur. Peki, insanlar sosyal medyada nasıl bu kadar kötü olabiliyor? Anonim bir kişinin, hiç tanımadığı bir kişiyi linç ettiğini düşünün. Sosyal medyadaki çoğu kişi kendi arayüzünde kendi fikirlerine benzer görüşleri görmeye o kadar alışık ki, başka fikirlere karşı aşırı agresif olabiliyor. Linç kültürü de karşıt bir görüşteki kişiyi kendisi ile aynı görüşte olmadığı gerekçesiyle psikolojik olarak yıpratmaya hakikatin de cezalandırmaya dayanıyor. Bu kişiler kasten karşıt fikirli kişiyi üzmek ve psikolojik olarak yıpratmayı deniyorlar. Bu davranışın özgüvenin kaynağını da kötü davranmanın maliyetinin sıfıra yakın olmasından geliyor. Reelde dünyada bir ortamda buluştuğumuz zaman, insanların farklı düşünceler içerisinde olması oldukça normaldir. Biz de zaten bunu bilerek insanlarla otururuz. Bu duruma katlanırız çünkü insanlara ve insanlarla sosyalleşmeye ihtiyacımız var. Aynı zamanda bir kişiye karşı yapacağımız agresif bir tavır, ondan alacağımız tepki korkusundan dolayı içimizde bastırılır. Karşımızdaki kişiye göre bunun maliyeti daha fazla olabilir. Diğer bir yandan ise sosyal itibarımızı korumak isteriz. Bugün doğru sandığımız şeyler aslında başkalarının doğrularıdır. Küçüklükten itibaren bize öğretirler ve bizde topluma karışabilmek için bu doğruları kendi doğrularımız gibi kabul ederiz. Sözün kısası küçüklükten itibaren topluma karışabilmek bizim için ana öncelik olmuştur. Bunun için sosyal itibarımızı korumalı ve toplumun değerlerine saygı göstermeliyiz. İnsanların diğer insanların düşüncesini kafaya takması boşuna değil. Aslında bizi frenleyen en önemli sebep de bu. Sosyal medya bize gizlilik garantisi sunduğu için itibarımızı riske atmadan kötülük yapabiliyoruz. Belki kim bilir sosyal medyada linç kültürüne devam eden biri, reel dünyada iyilik kasarak toplumun gözüne giriyordur.
Ahlak dediğimiz sistemin bile çoğu zaman öznel sınırlarla örülü olduğunu da unutmamak gerekir. İnsanlar, genellikle kendilerine en yakın olanları daha değerli ve korunmaya layık görürler. Bu yüzden “iyi” davranışlar çoğunlukla yakın çevreyle sınırlı kalır. Ahlaki çember genişledikçe, merkeze uzak olanlara karşı duyarlılığımız azalır. Yani vicdanımız bile konum alır: Merkezde biz, kenarlarda “ötekiler” vardır.
Sonuç
En nihayetinde, insanın iyi olabilmesi bile kendi çıkarları doğrultusunda gelişir. Hatta semavi dinlerde bile insanların iyi olması için cennet vaadinde bulunulmuştur. Ben de kendimce bir zamanlar ahlakı rasyonelleştirmeye çalıştım: "İnsanlar iyi olmalıdır çünkü, insanlar kötü davranışlar işlediği zaman dünyayı daha kötü bir hale getirirler. Eğer ben kötü davranırsam bu duruma katkıda bulunmuş olurum. Ben de bu dünyada yaşadığıma göre dünyanın daha kötü bir yer olması benim çıkarıma değil. O yüzden kötü davranışta bulunarak kendime zarar vermemeliyim. Hiçbir kötülüğün yaşanmadığı dünyayı, en kötü insan bile kabul eder çünkü herkesin çıkarınadır. Kolektif çıkar herkesi kapsadığına göre benim çıkarım da iyi olmaktır."
Yorumlar
Yorum Gönder